zondag 31 mei 2015

kapayın altyapıları(!)

hafif uzun bir türk toplumu anatomisi. uzunluk ve lisan için affola şimdiden. çıkın sokağa, konuyu rastgele futbol takımlarının altyapılarına getirin. ben çok yaptım. sportif altyapı eğitimini hollanda'da almış biriyim. orada altyapı futbol takımlarının merkezidir, verim alınamıyorsa bir şeyler eksiktir. misak-ı milli sınırları içerisinde ise altyapılar kenar süsünden öte değildir.

öyle bir kenar süslüğü ki avrupa'ya turnuvaya gelen bir türk takımı, sırf ekstradan bir yönetici getirebilsin (ve doğal olarak o yönetici birey yurtdışında gezebilsin) diye doktor getirmemeyi tercih ediyor. turnuva boyunca da rakiplerinin doktorlarına ''abi bize de bakabilirmisiniz ya'' diye rica ediyor. bazen malzemecisiz geliyorlar. bazen ise yedek kalecileri olmuyor ve bulundukları ülkedeki gurbetçilere (gönüllülere) ''ya çevrenizde kaleci olan biri var mı, yedek olsun bizde'' diyorlar. bunlar kulüp içi mekaniklerin sağladığı şeyler, altyapı koordinatörlerinin de genelde eli kolu bağlı oluyor, imkanlar bir yere kadar.

altyapının olmazsa olmaz olan iki şeyi vardır. bunlar olmazsa altyapı ürün vermez. atıyorum kalem üreten makinelere benzetin. makinen iyi olacak, bir de makineyi işleten uzmanların iyi olacak. bu da çok farklı değil. eğitmenin iyi olacak, ve tesislerinin iyi olması şart. eğitmenlerin ve koordinatörlerin iyiyse zaten planın da iyi olur. tesisleşme şartların ne kadar iyiyse de bu planın randımanlı çalışma ihtimali artar, bu da daha iyi bir ''ürün'' demektir. oyuncu sana ham yetenek olarak gelir ve sen kullanıma hazır hale getirirsin altyapıda, bu böyledir.

yapılanma kurmakla görevlendirilen (ağırlığı türk olan) profesyonellerin dilinde hep aynı nakarat var. batıda yer alan sportif yapıları, yahut altyapıları örnek almak. bir kere falso şurada başlıyor. örnek alıyorsun lakin batı insanı ile senin insanın arasında uzay ile dünya kadar fark var. senin insanın sporu sevmiyor, 5 metrelik mesafeyi bile elinde olsa arabayla gidecek bir toplumun bireyisin sen. kuzey ve batı avrupa'da yağmurlu havada bile kafayı kırıp bisikletle bir yerden bir yere giden bir toplumla aynı değilsin. hayatı planlı projeli olan ve her gün yemeğe oturduğu saat bile aynı olan ortalama bir batılı değilsin, umduğunu değil bulduğunu yiyen, saat de umrunda olmayan bir toplumun üyesisin. bu bir eleştiri değil, bu bir toplum tespiti. almanya, hollanda gibi ülkelerin katı disiplini ve sert tutumu bu ülkede ters tepen bir tutum genelde. her iş birimi, para yahut katma değer elde eden her grup kültürel farklılıklarla baş etmek zorunda. türkiye ile benzer kültüre sahip, refah düzeyi ve temel toplum özellikleri birbirine yakın olan ve altyapı eğitiminde gelişmiş olan ülkeler de var. bu toplumsal kültür analizlerini vakti zamanında yapmış olan geert hofstede ve fons trompenaars gibi düşünürlerin çalışmalarını baz alarak bile bir yerlere gelinebilir.

avrupa'da benim zamanında altyapısında oynadığım bir kulüp vardı. hala var gerçi. şu an oldukça mütevazı, alt amatör kümelerden birinde oynayan bir takım. tesislerinde bulunan saha adedi ise 7. 2 suni çim, 4 doğal çim. birisi ise suni toprak yapısı üstüne döşenen doğal çim, özel bir saha. türkiye'den bir örnek vereyim. fenerbahçe dereağzı tesislerinde 2 saha var. biri suni, biri gerçek çim. sanırım trabzon'da da aynısı söz konusu. şan ökten'de de durum çok çok farklı sayılmaz. çoğu kulüpte 7-8 tane altyapı takımı var, u11'inden u21'ine dek. bunlar genelde haftanın 4-5 günü antrenman yapar. tek bir sahada (belli başlı türk kulüplerinde ''tek sahada yapın ne yapacaksınız diğerinde maç oynayın'' derler) özel olarak tek takıma yoğunlaşmış, bireyselliğe de açık, doğru antrenman yapabilmek için 1.5 saat gibi bir süre çıkarsan 8-9 takım için bu saat adedi çift haneli rakamlara çıkar. bu oyuncular okula gidecek, eğitim alacak, derslerine çalışacak, okuldan eve evden tesise tesisten eve gidecek, imkanı yok yetişmez.

sonucu ne oluyor? tek sahada 2-3 takım idman yapıyor, bazen biri idmanı yarılamışken birden diğer takımın sporcuları sahaya giriyor, dikkat dağılıyor. ya da diğer branşlardan sporcular geliyor, tartan pistinde koşuyor (örnek), hop yine dikkat dağıldı. ganalı godfred donsah'ın (daha önce bu blogda yayınlanan hikayesi mevcut) şöyle bir demeci var. ''bazen 22, bazen ise 50 kişiyle tek topun peşinde koşardık. ancak o kadar yer vardı ve bireysel çalışmalarımızı kendimiz boş vakitlerimizde yapardık.''

işte türk altyapıları da bunun bir tık ihtişamlı hali. biraz daha görsel tatmini olan. ben söyleyeyim, bu şartlarda yine iyi futbolcu çıkıyor bu ülkeden. avrupa'daki altyapı turnuvalarında büyük bir futbol adamını gören altyapı hocalarının başkanlarına bunu anlattığında aldığı ''onun ne işi var la kıytırık altyapı turnuvasında'' cevabının sıklıkla görüldüğü bir ülke. turnuvalara tüm masraflar turnuva organizasyonu tarafından çekilmediği sürece gidemeyen takımların bulunduğu bir ülke. takımların yönetimden belli bir bütçe aldığı ve dışına çıkıldığında küfür yediği bir ülke. hocaların kahvaltıda yahut maçta 14-15 yaşlarındaki futbolcularına küfrettiği bir ülke. ya da bir antrenörü takımları çalıştırmak için yollayıp geri kalanların tesislerde okey çevirdiği bir ülke. bazıları yanına futbolcuları da alır ve kimisi masada taş da çalar. kahvede batak da oynar, boş vaktinde de gelir maaşına futbolcu çalıştırır. bakın dramdır bu :)

2-3 kulüp hariç futbolcular bu şartlarda yetişiyor. altyapı ve a takım arasındaki makas da inanılmaz oluyor ve çoğu futbolcu (hem ekstra yetenek, hem çalışma, hem de kiralık dönemlerinde oynadığı maçlarla) farkı kapatamadığı sürece alt liglere yahut amatöre mahkum kalıyor. salt tesisleşme ve verilen önem bile yeter teşhis koymaya. sonra ''şu takımlarda şu maçlarda bile oynayamıyorlarsa altyapıları kapatın'' oluyor. yok ya? değer verildi mi, doğru yapıldı mı da kapatılsın? fabrikada tasnif, temizleme gibi şeyleri 50 makineye ihtiyaç duyulurken 2 makinede 100 eleman tarafından yaptır da bakalım ne oluyor. önce kapı önleri temizlensin...

zondag 24 mei 2015

u20 dünya kupası 2015



laf sokmasam ben ben olmazdım. bu turnuvadan türkiye'de kaç takım haberdar bilmiyorum. kapılarına kadar gelen u20 dünya kupasını kaçıran takımların bulunduğu bir ülkenin futbol ortamından bahsediyoruz. belki şimdi mecbur kaldıkları için izlemeye başlamışlardır bu tarz görece daha ucuz futbolcu edinilebilecek müsabakaları. grup grup çok fazla lafı dallandırıp budaklamadan bilgi vermeye çalışacağım.

turnuva yine klasik, 24 ülkenin katıldığı, 6 tane dörtlü grubun olduğu ve sonunda 16 takımın üst tura çıktığı formatta oynanacak. yeni zelanda'da oynanacak ve inanılmaz bir saat farkı söz konusu. maçları nasıl izleyeceğimi kara kara düşünüyorum mesela bir süredir. uykusuz gecelere talim. grup grup gidelim, net bir şekilde anlaşılır olsun.



a grubu

turnuvanın uzak ara en kötü grubu sanırım. buradan maç izlemeyin desem belki ağır olur ama böyle gerçekten. yeni zelanda, abd, ukrayna ve myanmar'dan oluşuyor. myanmar'da futbol mu var diye sormanız normal, ben de varolduğunu yeni öğrendim. ukrayna bu turnuvaya avrupa şampiyonası grubunda üçüncü olarak geliyor. takımda ukrayna dışından gelen tek bir oyuncu dahi yok ve bir dönem ısrarla fenerbahçe'ye ''satılmaya'' çalışılan artem radchenko da kadroda yok. en önemli isimlerini sol bek eduard sobol olarak nitelendirmek mümkün. 

yeni zelanda ise ev sahibi kontenjanından turnuvaya dahil. kadroda a milli geçmişi olan 6 futbolcu var (hoş, o ülke için bu genel olarak bu veriyle algılanan anlamı taşımıyor) ve kadronun genel kalibresi oldukça düşük. abd ise kuzey amerika'da play-off oynayarak geldi. takımda a milli olan iki oyuncu var (rubio rubin ve emerson hyndman). direkt olarak göze batan ilk oyuncu ise almanya yerine tercihini abd'den yana kullanan arsenal'lı büyük yetenek gedion zelalem. çok önemli bir eksikleri var, o da kuzey amerika şampiyonası'nı domine eden romain gall. myanmar ise asya u19 şampiyonası yarı finalisti olarak geliyor. chelsea'nin efsanevi scoutu piet de visser'in bile ''ora nere lan'' diyeceği bir ülke, hiçbir şey bilmiyorum onların futboluna dair maalesef. bilene de ''vay arkadaş'' diyerek aval aval bakarım.



b grubu

bana göre turnuvanın net favorisini bulunduran grup. güney amerika şampiyonu arjantin. hemen hemen tam kadro ile gelen arjantin'de en önemli isimler riverlı emanuel mammana ve sebastian driussi'nin yanı sıra atletico madrid'in yeni prensi angel(ito) correa. 3-5-2/4-3-3 geçişkenliği üzerine oyun kuruyorlar ve izlemesi gerçekten çok keyifli. avrupa yarı finalisti avusturya ise en önemli ismi sinan bytyqi'den (hayır nüfus memuru klavyeye oturmadı) yoksun, ağır sakatlandı ve sezonu kapadı. gana ve panama ile rekabet edecekler. gana'da parmak ısırtacak bir orta saha var değerli takipçilerim. birkaç gün evvel trajik hikayesini yazdığım godfred donsah'ın yanı sıra 2013'te de efsane top oynayan clifford aboagye var. gana yine ganalığını yapar ve yine bir alt yaş turnuvasında dikkat çeker. son takım ise panama. kapalı kutu. kuzey amerika'da final oynayıp kaybederek geldiler. 97'li ismael diaz o seviyelerde yaşı ufak olmasına rağmen dalga geçer gibi top oynayıp skor yapıyor, panama dely valdes'ten sonra yeniden bir ihraç yapabilir. izleyin derim.



c grubu

c grubu daha keyifli bir grup mesela ilk ikisine göre. önce en az şey ifade eden ama tuhaf bir takım olan katar ile başlayayım. katar ağırlıklı olarak aspire akademisi mezunu oyuncularla geliyor. bunlar dağılmış vaziyette şimdi. devşirme de var aralarında, örneğin takımın en çok prof maça çıkan futbolcusu serigne thiam. o da aspire mezunu ve bir senegalli. katar asya şampiyonu olarak geliyor, çok da yabana atılmamalı. güney amerika ikincisi kolombiya ise a milli kadroyu da gören rafael borre önderliğinde geliyor turnuvaya. alvaro montero gibi inanılmaz bir kalecileri var ve her yıl her jenerasyon olduğu gibi yine atletizm patlaması yaşayan bir takıma sahipler. herkese ters gelirler, bazen kendilerine de. portekiz avrupa ikincisi ancak u21 avr. şampiyonası ve u19 elit tur (potansiyel avrupa şampiyonası) sebebiyle tam kadro gelemiyorlar. kadronun en dikkat çeken oyuncusu lille'in m.city'den kiraladığı marcos lopes. portekiz'in santrfor sorununa derman olabilecek andre silva da kadroda. romario balde'nin olmaması üzdü ama gonçalo guedes var en azından, onunla yetineceğiz. afrika ikincisi senegal'i ise tipik fiziğe dayalı, oyun disiplini düşük afrika takımı olarak nitelendirebiliriz. ortalama üstü yetenekleri var, hepsi o.



d grubu

bu grubun maçlarını benim kaçırmam imkansız. grubu duyarsanız siz de seversiniz. en düşük profilli takım mali. afrika dördüncüsü ve aslında alassane diallo ve diğerleri olarak sınıflandırılır. mali ve u20 deyince aklıma yarısaha dönemimde u20 dünya kupası projemizde mustafa arslan'ın (diğer namı tottiblog) malili bir oyuncuyu yazarken nuh nebiden kalma bir makine ile çekilen 2 piksellik bir fotoğrafı kullanması geliyor. başka kaynak yok çünkü, öyle bir ülke orası. o yazılan adamı turnuvaya getirmemeleri ayrı hikayeydi. bu kez bahsettiğim diallo geliyor. yanında elazığsporlu hamidou traore var. işleri yine de çok zor çünkü grup gerçekten inanılmaz kazık. 

öncelikle kuzey amerika şampiyonu meksika ile başlayalım. pachuca'nın bombası hirving lozano'nun yanı sıra alejandro diaz ve erick gutierrez gibi hatrı sayılır yeteneklere sahipler. zaten meksika bu yaş grubunda her zaman iyidir. hatta bu yaş grubunun kısmen yer aldığı u17 dünya kupası'nda iki yıl önce final oynadılar. sağ bek erick aguirre de güzel adamdır mesela. ondan sonra gelelim futboldaki manevi ülkem sırbistan'a. chelsea'ye gideceğinden partizanla sözleşme sorunu yaşayan ve aylarca oynamayan danilo pantic kadroda yok. keza anderlecht'in mitrovic'i u21 için bırakmamasından dolayı %99 oraya gidecek olan luka jovic de u20 dünya kupası'nda yok. ama yine de çok iyi kadro var. iki tane a milli deneyimi yaşamış oyuncu var, kaleci predrag rajkovic ve kanat forvet andrija zivkovic. (fm severler eklesin). bunun yanı sıra özel listemde yer alan mijat gacinovic ve 1997 doğumlu kule ivan saponjic'i şiddetle kenara yazmanızı öneririm. ben yazdım. 

son olarak güney amerika üçüncüsü uruguay. güney amerika futboluna ve dünya futboluna önemli mesajlar verip ufakça damga vuracak bir potansiyel var kadrolarında, gaston pereiro. 1.90'a yakın, gayet kuvvetli ama inanılmaz yumuşak bilekleri var. onun yanı sıra roma'nın yeni prenslerinden kevin mendez, çiçeği burnunda villarrealli franco acosta, atom karınca mauro arambarri ve bonus kafa stoper mauricio lemos benim gözümde standartüstü oyuncular. ayrıca dünyanın en iyi orta yapan oyuncusu facundo castro ve deli fişek kanat oyuncusu rodrigo amaral'ı da kenara yazalım.



e grubu

burada öncelikle kuzey kore'nin komünist rejimine lanet okumak istiyorum. sayelerinde sıfır bilgiye sahibiz oyunculara dair. 2013'te fidel'in kübasının u20 takımı vardı ama onu concacaf'ın görüntüleri sayesinde net takip etmiştik. aklıma gelmişken, çok beğendiğim maykel reyes'in ne olduğunu takip edemiyorum mesela artık. bu grupta kuzey kore var ve benim için tam pandora'nın kutusu, içinde ne olduğunu da bilmiyorum. avrupa'dan gelen macaristan'ın da görece daha düşük kalibreli bir kadrosu var. uzak ara en çok dikkat çeken adamı red bull leipzig oyuncusu ve a milli görmüş zsolt kalmar. 

u17'de dünya şampiyonu olan ve o kadronun iskeletini u20'ye taşıyan nijerya aslında fizik gücün artık net ağırlık unsuru olmadığı bir futbol arenasına geçişin özeti olabilir. 17 yaş altında kuvvetle domine edip taktiksel unsurlara ağırlık verilen yaş grupları (ve üstyapı) üzerinde düşüşe geçen ekoller bunlar. nijerya kadrosu yine epey keyifli ama. sağ bek musa muhammed'i beşiktaş hala belirsiz sebepler sebebiyle transfer etmemişti. pişman olmamalarını umuyorum. yeni enyeama dele alampasu dışında kıskandıracak kısım hücum hattı. benim uzun zamandır gördüğüm en yetenekli afrikalı futbolcu olan kelechi iheanacho burada mesela. city boşuna kapmadı. ayrıca granadalı isaac success, tottenhamlı musa yahaya ve gent'i şampiyonluğa taşıyan moses simon da burada. 

son olarak alexandre gallo'ya selamlarımı söylemek istiyorum. gerson, lucas evangelista, thalles, gabriel barbosa, nathan, thiago maia ve walace gibi futbolcuları dışarda bırakmıştı kadroyu açıklarken. zaten u20 güney amerika şampiyonası'ndan sebep uyuz olmuştum brezilya'nın beceriksiz teknik direktörüne. kadro açıklandıktan sonra da kovuldu zaten bu arkadaş. takım rogerio micale ile geliyor turnuvaya. bragalı danilo, unitedlı andreas pereira ve corinthianslı malcom kabaca dikkatimi çeken isimler. santoslu sol bek caju'yu da ayrı beğenirim. ama iskeleti bu denli değişen ve yeni hocayla gelen bir takımdan başarı beklemek bence biraz hayalcilik.



f grubu

en mantar ve en bilinmeyenli ikinci grup. bir kere almanya bu gruptan çok ciddi aksilikler olmazsa yürüye yürüye çıkar. zaten avrupa şampiyonu olarak geliyorlar. süper potansiyel davie selke'ye red bull leipzig'den izin çıkmadı ama o yokken bile iyi kadroları var. levin öztunalı, julian brandt ve niklas stark gibi bundesliga düzeyinde net süreler almış oyuncuları var. ayrıca benficalı hany mukhtar ve 1860 münihli julian weigl'ın isimlerini KOCAMAN biçimde yazalım, bunlar güzel adamlar. özbekistan 2 yıl önceki kadar iyi bir kadroya sahip değil. savaşır didinir ederler ancak çok vaatkar değiller. zabikhillo urinboev ismi not edilmeli ama yine de. okyanusya şampiyonu fiji'ye dair de pek bir şey söylemek mümkün değil. 2 yıl önce yeni zelanda'nın maçlarını piknik'te kayda alınan anıları hatırlatan açılardan izlemiştik. bu yıl o bile yok. son olarak, honduras. kuzey amerika'da play-off oynayıp geldiler. iki önemli isimden bahsedebilirim. alberth elis ve bryan rochez. ikisi de forvet ve almanya dışındaki maçlarda özellikle büyük görevler düşecek bunlara.

nerede, kaçta, ne zaman?

29'u 30 mayıs'a bağlayan gece başlıyor. maç saatleri 04-07-10 arasında değişse de bazen 08'e de maç verildiği oluyor. benim bildiğim kadarıyla bazı maçları trt yayınlayacak, kalanına internet yayınlarına talimiz. final ise 20 haziran. tam fikstür için şu adrese başvurun. yerel zamana çevirme opsiyonu koymakla fifa iyi akıllılık etmiş. turnuva başlayana dek ve başladıktan sonra da ara ara burada laflarız, umarım yeterince turnuvayı tanıtabilmişimdir.


zaterdag 23 mei 2015

cehennem yoluna hoşgeldiniz.



bu sözler fenerbahçe futbol takımının yüksek ihtimalle gerçek olacak olan şampiyon olamama ihtimalini anlatıyor. kadro yapılanması, gelir-gider, transfer, hoca arayışı, sezon planlaması falan bunlardan bahsetmiyorum bile. mevzu şampiyonlar ligi, mevzu kritik.

fenerbahçe'nin son 5 sezonunu hatırlayalım avrupa'da. biri şampiyon olduğu 2010-2011 sezonu. malum, young boys ve paok faciaları. ertesi sezon men edildi. sonra kurtarıcı olan avrupa ligi yarı finali. ardından yine iki yıl men. yani aslında 4 boşa geçen yıl. bu yıllardan yine bir 5-6 puan geldi. avrupa ligi yılından da 24 puan gelince totalde 30 nokta küsür puan fenerbahçe'nin hanesinde. YET-MEZ.

niye yetmiyor baba? çok basit. uefa şampiyonlar ligi 3.ön eleme turuna ''şampiyon olamayanlar rotası'' diye adlandırılacak turdan girecek fenerbahçe. burada 10 takım olacak ve en iyi beş takım (puan bazında) birbiri ile eşleşemeyecek. fenerbahçe'nin muhtemel rakiplerine ve puanlarına bakalım mı?


ikinciliği garanti olan dört takıma kafadan geçildin zaten. monaco, young boys, ajax, sparta prag. e ukrayna ikincisi ve belçika ikincisinin puanı da her hangi ihtimal olursa olsun senin üstünde. seribaşı olma ihtimalin kalmıyor, tek belirlenebilecek şey rakiplerinin zorluk derecesi. en zor yolda durum bu olur : shakhtar, ajax, cska, anderlecht, monaco. shakhtar'a fecaat durumdaki karpaty'e karşı alınacak galibiyet yetiyor ki maç shakhtar'ın ev sahipliğinde. bunlar geçilmeyecek engeller mi? değil, ama burası bile böyleyse bu engeli geçtiğin takdirde başına ne gelecek?

orası kurtlar sofrası, orada babalar bekliyor işte. orada 100 puanlı valencia olacak, 87 puanlı leverkusen olacak, 87 puanlı manchester united olacak. kafadan 3 muhtemel rakibin bunlar. lazio mu roma mı sorusuna göre dördüncü muhtemel rakibin 84 puanlı roma bile olabilir. beşinci takım da eleme turundan çıkan en yüksek puanlı takım olur (ajax veya shakhtar örneğin). bunlar elense bile 56 puanlı sporting lizbon aportta bekliyor örnek olarak. hayır atıyorum 40 küsür puanlı lazio da kolay değil zaten. pirinçten taş ayıklayalım mı?

her ne kadar iyi takım kurarsan kur, her ne kadar iyi hoca ve iyi plana sahip olursan ol, buralarda onlar yetmeyebiliyor. hele hele rakiplerinin buraları artık yutmuş olduğunu göze alırsan. kaldı ki fenerbahçe şu an ne iyi planlama, ne iyi teknik adam ne de doğru planlanmış bir kadroya sahip. sezon sonunu çok verimli geçirmesi gerek ki haziran ayına geldik zaten. şampiyon olamadığımız takdirde sorulacak ilk soru. elemelere şunun şurasında ne kaldı ki?

olduğundan abartıp karamsar tablo çizmek istemiyorum kesinlikle, ama cehennem yoluna hoşgeldik, eğer fenerbahçe ligi ikinci bitirirse. çıkarmıyız? muamma. fikrim mi? çok zor. kasım ayında karlı kışlı bir belarus deplasmanına gidersek şaşırmam.

@oguzhann10

cevaplanacak bir soru var.





uefa avrupa ligi şampiyonu yeni sezondan itibaren şampiyonlar ligi bileti alacak. yalnız konuya dair çok fazla bilgi kirliliği var. yok şu turdan girecek, yok direkt kalacak, her kafadan ses çıkıyor. durumu dilim döndükçe izah etmeye çalışacağım.

şampiyonlar ligi şampiyonu olan takımın liginde de doğrudan ş.ligi bileti alacak neticeyi elde ettiğini varsayalım. o durumda avrupa ligi şampiyonu da her türlü gruplara kalacak. şampiyonlar ligi şampiyonu olan takım ''şampiyon olamayanlar'' kısmından eleme turuna (play-off!) kalırsa ise durum değişiyor. ş.ligi şampiyonu gruplara kalırken avrupa ligi şampiyonu ise o takımın play-off'lardaki yerini alıyor. bunun meali nedir biliyormusunuz? avrupa ligi şampiyonu olan takım ş.ligi şampiyonu olan takımın ertesi sezonki hakkına çörekleniyor demek.

örnek vereyim, anlaması daha basit olur. barcelona lig şampiyonu oldu. ş.l şampiyonu da olduğu zaman avr.ligi şampiyonu otomatikman ş.l gruplarına kalacak. barcelona lig dördüncüsü olup play-off bileti almış olsaydı ise avrupa ligi şampiyonu ş.l gruplarına kalamayacaktı. ş.l şampiyonunun hakkı barcelona'ya geçecek, avrupa ligi şampiyonu olan takım da barcelona'nın play-off'taki yerini dolduracaktı.


daha fazla senaryo da var tabii. onları bir tablo içinde buluşturmakta fayda var.




















eskiden chelsea-tottenham örneğinde olduğu gibi değil artık durumlar. şl şampiyonu liginden şl bileti alamasa bile artık ülkelere maksimum takım sayısı gibi bir kota konmuyor. beş takıma da izin veriliyor. yukarıdaki tabloları okurken kafanızda örnek oluşturmanızı öneririm, öylesi daha kolay oluyor. peki ya avrupa ligi şampiyonu da doğrudan şl biletini liginden alırsa? o zaman şl şampiyonunun lig durumuna göre lig sıralamasında kaydırmalar meydana gelir. uefa bu tip konularda sürekli çorba yapmayı pek sever.

@oguzhann10

dipnot : uefa 2015-2018 ş.ligi statü kitapçığını şurada bulabilirsiniz.

donderdag 21 mei 2015

''çıplak ayaklarla oynuyordum'' | godfred donsah



normalde futbolcular ile ilgili yazı yazarken daha çok oyuncuyu futbolteknik açıdan tanıtmaya çalışırım. yani saha içi nasıl adım atar, nasıl hamle yapar, dört parametre üzerinden futboluna geniş bakış atarım. bu kez bu böyle bir yazı olmayacak, fazla uzun tutmaya da niyetim yok. hikayeler bazen kısa ve öz anlatıldığında değerlidir...

sene 2009. insan tacirliği yıllardır varolan bir şeydi zaten, özellikle de akdeniz üzeri. lampedusa sicilya bölgesine bağlı olan, sicilya'ya tam 205 kilometre uzaklıkta olan ve akdeniz'in üstünde yer alan bir ada. libya'dan italya'ya gitmek için insan kaçakçılarının kullandığı rotanın son durağıdır aynı zamanda. o zamanlar 13 yaşında olan godfred donsah'ın babası bir gün ailesinden dua ister ve libya yolcusu olur. gana'da ailesine ve çocuklarına bakacak yeterli parayı elde edemeyen baba donsah çareyi yurtdışına, italya'ya kaçmakta bulur. ülkesinde açlıktan ölmemek için ölümle dans ederek umuda yolculuğuna başlar. haftalarca çöl içinden yürüyüp sonunda libya'nın akdeniz'e olan kıyısına ulaşır. kıyıda onu nezih bir gemi değil, her tarafı paçavraya dönmüş, bir kişinin dahi can güvenliğini garanti altına alamayacak kadar zayıf bir tekne bekliyordu...

tabii o arada onun elindeki yemek ve az miktarda paraya göz konmuş, saldırıya da uğramıştı yolda. istikamet lampedusa'ydı. çok kısa bir mesafe ilerisinde olan bir diğer yolcu teknesi alabora olmuş, içindeki tüm yolcular denizin derinliklerine kaybolmuştu. donsah'ın babası ise bulunduğu teknede sağ kalıp italyan topraklarına ayak basmayı başarır. lakin soluğu karakolda alır. kaçaktır, iş aramıştır ve sonunda gözaltına alınmıştır. o esnada yine de ailesine katkıda bulunacak kadar parayı kazanmıştır. o gururlu ama endişeli bir babadır. yaklaşık bir 2 yıl sonrasına uzanalım bu kez. 1996 doğumlu godfred donsah gana'daki futbolculuk serüvenini şöyle anlatır.

''ayakkabılarım bile yoktu. 9 yaşımdan itibaren 15 yaşıma dek çıplak ayaklarla futbol oynadım. antrenmanlardan sonra hep tek başıma çalışırdım çünkü top kontrol etmek, şut atmak gibi şeyleri öğrenemiyorduk. en az 22 kişinin, bazen 50 kişinin futbol ihtiyacını gidermek için sadece bir adet top vardı. 5 dakika oynayıp çıktığımız çok oldu''

belki de o 5 dakikalık sekanslardan birindedir ama donsah dikkat çekmeyi başarır. palermo yolcusudur. ancak bu kez büyük bir sıkıntı meydana gelir. donsah'a oturum alınamaz. bu esnada bir menajer devreye girer ve avukatını devreye sokarak durumu çözmeye çalışır. donsah'ın babasının da oturumu yoktur, hatta üstüne üstlük ülkede illegal biçimde yaşarken iş arayıp sokakta bulunmuştur. sabıka kaydı vardır. avukat aracılığı ile önce o kayıt kaldırılır, sonrasında baba donsah'a oturum hakkı verilir. baba donsah evladını italya'ya getirmeyi başarır ve böylelikle umuda yolculukta büyük bir umut ışığı yanmaya başlar...

evlat godfred fazla sürmeden cagliari'ye transfer olur ve serie a'da oynamaya başlar. günün birinde cesena maçı öncesi takım otobüse biner ve stadın yolunu tutar. teknik direktörü otobüse bakar, donsah'ı göremez. donsah otelde unutulmuştur. donsah taksi ile stada gider ve o maç golünü atar. ''o gün bugündür de hep takımdan ayrı gelir stada'' der gianfranco zola gülerek. zola kısa süreli de olsa cagliari'de hocalığını yapmıştır zira.

donsah şimdi juventus yolcusu ve 9 gün sonra başlayacak u20 dünya kupası'nda takımı gana'nın önemli umutlarından biri. 6 milyon euro'ya transfer oluyor. dahası, ülkenin gelmiş geçmiş en iyi 6 numarası mickael essien ile kıyaslanmaya başladı. donsah'ın ise tek bir hedefi var. hayatı boyunca bir daha annesine, babasına ve 3 kız kardeşine o yaşadıkları zorlu süreçleri yaşatmamak. bunun için ömrü boyunca çalışmaya kararlı görünüyor ve verdiği demeçler de hep bu doğrultuda. babası da godfred ile birlikte cagliari'de çalışıyordu, kulüp babasına da iş vermişti. donsah'lar lampedusa'ya giden o zorlu yolculukta umuda erişen, duaları ile ayakta kalmayı başaran bir aile oldular. godfred donsah henüz 19 yaşında, 65 yaşında birinin yaşamayacağı şeyleri yaşamış biri ve dimdik ayakta. umarım kariyerin de umutların kadar güzel olur be godfred.

@oguzhann10

donderdag 14 mei 2015

Işığın Savaşçıları



Geçmişinde iç savaşları barındıran bir şehir olan Dnipropetrovsk, özellikle 2014'ün Nisan ayından bugüne dek savaşlarla çalkalanan bir ülkenin şehri. Tarihte futbol ve savaşın iç içe olduğu, hatta birbiri ile alakalı olduğu çeşitli örnekler mevcut. En net örnek Yugoslavya'da başlayan savaşa sebep olan Dinamo Zagreb - Kızılyıldız maçıdır örnek olarak. Zeljko ''Arkan'' Joksimovic'in hangi tribünlerden geldiği ve savaşta ne rol oynadığı savaşa biraz merak salanın malumudur.

Ukrayna bu sezon futbolda da bu savaştan etkilendi. Yanukoviç'in Rus rejimine yakın tutumuna karşı isyan çıkaran ve onu indiren halk, ülkede rejim değişimine yol açtı. Batı ülkelerine daha yakın bir tutum içinde olan bir hükümet gelince de bu kez Ukrayna'nın doğu (ve kısmen güney) kesimlerinde yeni rejime karşı bir tutum sergilenmeye başladı. Bunun neticesinde de Kırım bölgesi Ukrayna'dan ayrılıp Ruslara dahil olmak gibi bir tercih kullanmak istedi. Donbass bölgesinde, yani Donetsk'in içinde bulunduğu doğu kısmında da yeni rejime karşı ayaklanmalar ve Ruslar lehine tutumlar sergilenmeye başlandı. 



Özellikle Donbass bölgesini etki alanına alan ve Shakhtar Donetsk'i adeta sürgüne yollayan (statları delik deşik edildi) bu savaşın etkileri Donetsk'te yaşanan ''katliam'' ile doruk noktasına çıktı. Zaten güvende olmayan ve sportif müsabakalara izin verilmeyen bir bölgeden bahsediyoruz. Donetsk'te (bilerek) düşürülen uçak yolcu uçağı çıkınca 200'e yakın insanın ölümü ile sonuçlanan bir ''katliam'' demek bu olayı özetleyebilir aslında bir yerde. Odesa, Dnipropetrovsk gibi savaştan görece daha az etkilenen şehirlerde bile UEFA müsabakalarının oynanmasına izin verilmedi. Ve tıpkı Shakhtar Donetsk gibi Dnipro Dnipropetrovsk da ülkenin sakin olan batısına gitmek zorunda kaldı...

Buradan yeni bir hikaye doğdu. Aslında bu hikayeyi düşünürken gruplara dönüp akılları tazelemek lazım...

11 Aralık 2014, yer Bakü Tevfik Bahramov Stadı. Son maçlar Karabağ-Inter ve Dnipro-St. Etienne'di. Grupta puan durumu son maçlar oynanmadan şu şekildeydi.

Inter : 11 puan
Karabağ : 5 puan
St. Etienne : 5 puan
Dnipro : 4 puan

Beraberliğin dahi Dnipro'ya yetmeyeceği, kazanıp Karabağ'ın kazanamamasını bekleyeceği bir ortamdı. Dnipro son dakikalara 1-0 önde giriyordu ve en iyi yaptığı şeyi yapıp savunma yerleşimine oturup rakibe topu bırakıyordu. Bir yandan da kulaklar Azerbaycan'daydı. Dnipro rakibi kilitledi ama soğuk duş etkisi yaratan bir haber alıyordu...

Karabağ son saniyelerde öne geçiyordu Inter karşısında. Ancak soğuk duş etkisi yerini saniyeler sonra büyük bir sevince bırakıyordu. Çünkü net bir şekilde ofsayt olmayan Karabağ golünü hakemler ''ofsayt'' diyerek saymayınca Karabağ yerine Dnipro, bir hakem hatası ile üst tur gördü. İşte o noktadan sonra ''beceri'' konuşmaya başladı...



Teknik direktör Miron Markevich 64 yaşında ve kariyer bilançosunda ''Karpaty Lviv'' görmekten geçilmiyor. Oyunculuk dönemi bir yana, teknik adam olarak tam 3 kez Karpaty'de çalıştı. Ancak gerçek ismini Metalist Kharkiv döneminde duyurdu. İyi bir savunma organizasyonu oturtan, Papa Gueye'ye liderlik veren ve hücumda kulüp kahramanı Marko Devic dışında Güney Amerikalı oyunculara güvenip çok etkili bir hızlı hücum oyunu oynatan Markevich, o dönem takımını Ukrayna'nın zirve takımlarından biri yaptı. Ve Metalist'in hala Avrupa'da bulunmasına sebep oldu bir yerde. 2010 yılında Ukrayna Milli Takımı'nın başına geçen Markevich aynı yıl o görevi bıraktı. Yaklaşık bir 3-4 yıl da ''yattı''. Sonrasında Dnipro'ya geldi ve 2014 yılından bu yana orada. Sıra artık ''net hedef'' yapmaya gelmişti...

Markevich sonunda muradına erip Gueye'yi Dnipro'ya da getirdi. Bunu iki ay evvel yaptığı için bu yıl Avrupa Ligi serüveninde ondan yararlanamadı. Gueye aşkı onu milli takımda bulunduğu dönemde ''Gueye'yi devşirme'' fikrine dek sürükledi. Devşirebilecek kadar kalmadı görevde, o ayrı. Onun yerine başka kahramanlar ayaklandı. Kaptan Rotan, takımın ''demir kilit'' tiplemesi Jaba Kankava, geri ikilide Cheberyachko ve Douglas bazı örnekler. Önemli hücum silahlarından Roman Zozulya sezonu kapatınca bile sıkıntı çekmediler. Sahneye bu kez Oleg Shakhov çıktı ve Brugge eşleşmesindeki tek golü atıp yarı finali getiren adam oldu. Ajax eşleşmesi ve Napoli deplasmanında yıldızlaşan kaleci Denis Boyko, performansı ile Dortmund'un radarına giren sağ bek Artem Fedetskiy ve Napoli'ye iki maçta da gol atıp turu getiren Yevhen Seleznov, hepsi önemli roller oynadı. Yevhen Konoplyanka'nın Amsterdam Arena'da hiç ortalarda görünmeyip uzatmalarda tek bir hamleyle turu almasını saymıyorum bile... (yazar Ajax taraftarı olduğu için saymak da istemiyor aslında)



Bu oyuncuların hepsinin dönem dönem yıldızlaşmasının tek sebebi düzen takımı olmaları. Birey birey baktığında belki de harbiden yeteneği ile dikkat çeken 2-3 oyuncu var. Biri de Konoplyanka mesela. Ancak Markevich'in düzeni çok şeyi çözmeye yetti. Sahanın özellikle kendi açılarından ilk 50-60 metresinde mutlak hakimiyet amaçlayan, bu nedenle de kalabalık kurulmuş bir orta sahaya sahip olan bir takım. Merkezi son derece iyi kapatıp rakiplerini bu şekilde kanatlara püskürten, kanat ortalarına zorlayan ve o ortalarda iki stoperinin inanılmaz etkileyici olan hava hakimiyetine güvenen bir takım. Napoli'nin pozisyonları genelde Dnipro'nun risk aldığı ve kendi kalesinden uzakta oynadığı dakikalarda bulması, Dnipro kapandığında ise kenar ortalarıyla sadece stoperleri alıştırması tesadüf değil. Üstelik Markevich Metalist döneminin aksine bu kez ileride uzun boylu, fizik gücü inanılmaz yüksek olan net bir 9 numara ile oynamayı tercih etti. Bu ''rötuş'', onun ileride top tutup takımın boyunu kısaltabilmesi ve hızlı hücumlara da daha tehditkar çıkmasını sağladı. Bu santrfor genelde alan açma meziyetine de sahipti. Bakınız, Yevhen Seleznov. X-faktör oldu Dnipro'nun bu yürüyüşünde... ve Miron Markevich Ukrayna tarihinde Avrupa finali gören ilk Ukraynalı teknik direktör oldu. (Sovyet döneminde Kiev ile aynı gurura ulaşan Valeriy Lobanovskiy'i tabii ki unutmadık, ancak kastım bağımsızlıktan sonraki süreç)

Ancak Dnipro'nun bu yürüyüşünü özel kılan şey elbette sadece Markevich'in oturttuğu, Avrupa Ligi seviyesinde şahane olan savunmaya dayalı oyun düzeni değil. Bu takım mali sıkıntılarla boğuşarak buralara geldi. Örnek olarak yeni transfer Egidio'nun bir süre para alamadıktan sonra adeta kaçtığını hatırlatmak mümkün. Bu sezon evinde hiçbir Avrupa maçını oynayamayan, hep Kiev'e gitmek zorunda olan ve son maç hariç genelde yer yer boşluklar barındıran bir statta oynayan bir takım Dnipro. Kiev ile Dnipropetrovsk arasında hemen hemen 400 kilometre var, akıllarda bulunmalı. Savaştan kaçan bir takım. Halkın, savaş yüzünden ya sevdiklerini kaybeden, ya da her gün güvenliğinden endişe edip stres içinde yaşayan bir halkı simgeleyen bir takım oldular. Sonu da efsanevi oldu...



Geniş bütçeli bir takım olmadılar hiç. Karşılarındaki takımın Higuain'e verdiği paraya onlar takım kurdu mesela. Ancak bunların bir yere dek önemi vardı. Miron Markevich'in ağzından, hemen maçtan sonra çıkan bir söz aslında her şeyi özetliyordu.

''Biz bugün halk için oynadık. Özellikle de terör karşıtı operasyonlarda bulunan çocuklar için oynadık''

Golü atan Yevhen Seleznov'un doğduğu şehir olan ''Makiivka'', Rus işgalciler tarafından işgal edilmiş durumda. Rusça konuşan ve Ruslara yakın bir tavır içinde olan coğrafyanın şehri aynı zamanda. Ancak Ukrayna'nın ''batıya açılan kapısı'' olan başkenti, anti-Rus rejiminin baskın olduğu Kiev'de kapalı gişe oynadılar yarı finali, ve o şehirde de finale yürüdüler. UEFA Avrupa Ligi'nin UEFA Kupası adı altında oynandığı dönemi de dahil edersek en anlamlı hikayelerinden biri olduğu aşikar. Statsız, belirsizlikle dolu bir yurdun içinde. Peri masalı demeyeyim de buna yakın bir şey olduğuna inancım tam. Sonu kupa olur mu yoksa artık turnuvanın adını ''UEFA Sevilla Ligi'' olarak değiştirtmek üzere olan Sevilla'ya mı kaybederler, orası belirsiz. Ancak sonuna kadar mücadele edecekleri, rakibi zorlayacakları benim için sarih. Kazanamasalar bile onlar halkı geçici de olsa bir araya getirip aynı amaç için sevinmeye iten kahramanlar oldular. Savaş içinde ülke adına bir parıltı, bir ışık oldular. Lakaplarının da ifade ettiği gibi. ''Işığın savaşçıları'' oldular...


''Ey Ukrayna, faniler seni selamlıyor''

dipnot : bu serüvenden pek hoşlaşmayan bazıları da ruslar çıktı. dnipro'nun ''turnuvanın saygınlığını sarstığını'' iddia eden bir spikere dahi rastlamak mümkündü. sezon özelinde konuşayım. kedi-ciğer mi demiştiniz?

oğuzhan oğuz
@oguzhann10

maandag 4 mei 2015

emmanuel emenike, hazin bir hikaye.

olası bir lince ''merhaba'' diyerek, selam.

küçük, çok mütevazı bir amatör futbol kulübünde 9 yaşındayken futbola başlamıştım ben. 12 sene falan oluyor yani. santrforluğum 2 ay sürmüştü, futbol oynadığım sürenin kalanında ise hep stoper yahut merkez orta saha falan oynadım. her neyse, o iki ay içinde bile santrforluğa dair çok şey öğretmişlerdi. top geldiğinde ilk amacın kontrolüne almak, pozisyon müsait değilse de asla vurmamak. onun yerine tutup beklemek. zaten genelde topları sırtı dönük biçimde aldığın için tüm bunlar futbol temelidir aslında. kimi bunu diğerinden daha iyi yapar, ama en azından evrende daha sonra rastladığım çok oyuncu bunu en azından yapmaya çalışıyor.

yine bu tip yerlerde (profesyonel futbol organizasyonlarında ise daha çok), ilerleyen yıllarda özellikle bir santrforun nereye doğru koşu yapması gerektiği, takımın hücumu içinde gerisinden gelen oyunculara da alan yaratmasının önceliklerden biri olduğu anlatılır. oyuncu artık sadece ceza sahası içinde ve çevresinde dolaşmaz, sahanın daha geniş bölümlerini kullanır. genelde fiziksel olarak gerek bel kuvveti gerek bacak kuvveti üstün olan, boy-ebat olarak da belli bir standardın üstünde olan oyuncular tercih edilir. oyuncu topu alır, orta sahasının özellikle ona yakın olmasını bekler, sonra pasını yapar ileride pozisyonunu alır. ya da dışarıda bekler, yanına stoperlerden birini çeker, o stoperin olması gerektiği yerde alan boşalır ve oraya takımdan biri girer skor arar. çok basit hücum mantıkları, komplike şeyler aramaya gerek yok. bursaspor bunu çok iyi yapar mesela bu sezon bu ligden örnek vermem gerekirse. işi layıkıyla yapacak bir santrforları var sonuçta.

peki bu hikaye niye hazin? hazin olan noktasına geleceğim şimdi. bir basit mantık. topu ileri yolladığında santrforun alır ve saklarsa takımın geri kalanı yaklaşır ve daha dar alanda oynarsın. sonunda kaybetsen bile anında hamle yapma ihtimalin artar. neticede 30 metrelik bir mesafede yardımlaşmak ile 60 metrelik mesafe arasında yardımlaşmak arasında ciddi bir fark var. sokakta yürüdüğünüzde bile bir kapkaççının birinden bir şey çaldığını gördüğünüz an aranızda 2 metre mesafe varsa müdahale etme ihtimaliniz 10 metre olmasına göre daha fazla. ha ama santrforun alamazsa, ya da alıp saçma saçma şeyler yaparsa daha savunman ve orta sahan gelmediği için oyunu oynadığın alan uzar. bu da rakibinin ekmeğine yağ sürer.

bir basit mantık daha. rakibin sana bastığında ve pas yapamayacak kadar zorladığında mecbur uzun oynamalısın ve o topu alan bir santrforun yoksa rakibin çok kolay yerleşir, attığın her uzun topu da alır. tehdit oluşmadığını anlar. böyle olunca da tek kale maç oynanır.



şimdi nihayet hazin noktasına geliyorum. fenerbahçe düzen içerisinde üç net forvetle oynadığından genelde geriden çıkış arefesinde pasla çıkma ve o paslaşmaları sürdürme olasılığı bulamıyor. bulduğunda bile beklere oyunu erken yönlendirmek zorunda kalıyor ki bu da ekseriyetle uyuşuk, zaman kaybına gebe bir mantık. ama başka çare yok. hücumdaki hareketliliği de kısıtlı olunca mecburen zaman eksikliğinden topu uzun oynuyor. görece iyi oynadığı maçlarda ise bu uzun toplar öncesinde oyunu rakip yarı alana yıkma girişimi olduğu ve dolayısıyla o sekenlerin toplandığı gözlemlenir. o sekenleri toplamak rakibe sürekli baskı kurmak ve dolayısıyla da ''zorlamak'' oluyor. başka opsiyonu olmaması da ayrı bir futbol rezaleti ama neyse.

şimdi kaşla göz arasında epey bir özellik saydım. ve gelelim fenerbahçe santrfor pozisyonunda üzerinde titrenmesi sebebiyle neredeyse şampiyonluğun gideceği oyuncuya. emmanuel emenike'ye. bir kere emenike başlı başına bir krizdir. temelde öne çıktığı özellikleri sürat ve güç. bu oyunu kendi yarı alanında kabullenip bu şekilde daha geniş hücum alanı yakalamaya çalışan takımların santrforuna uyan bir profil. fenerbahçe öyle bir takım değil, bu ligde şampiyon olmak isteyen takımların genel mantığı da bu doğrultuda değil zaten. oynatan değil oynayan oyuncudur emenike, o da ne kadar oynayabiliyorsa tabii. ilginçtir ki fenerbahçe'nin bu sezon kale önüne bayrampaşa otogarını diktiği sürelerde emenike hep kenarda oturuyor. o da ayrı bir muamma.

emmanuel emenike yaptığı hücum koşularını daima kendi menfaatine göre belirler, nerede top alabilir ve süratlenebilirse oraya gider. merkez boş kalmış, biri oraya hareketlenmiş ya da hareketlenmemiş, onu ilgilendirmez. emmanuel emenike servis yapmanın ne olduğunu 10 maçta bir hatırlar, bir mucize olmazsa da o hakkını balıkesir maçında (sanırım) webo'ya yaptığı servisle doldurdu. onu da ceza sahası içinde imkansız bir pozisyonda yaptı zaten. cepheden gelen toplardaki hava etkisizliği sayesinde ona doğru atılan tüm uzun toplar sekmedikçe rakipte kalır. yerden aldığı toplarda da çevresi umurunda olmaz, direkt kaleye gitmeye çalışır. 2-3 stoperin içinden geçmeyi hedefliyor herhalde.

kuvvet dedik, ligin ikili mücadelelerle en fazla top kaybeden 20 oyuncusundan biri. takım birincisi ayrıca. (rakam kaynağım whoscored'dur). bir oyuncu kuvvetliyse 3-4 telkinle topu tutmayı en azından bazen akıl eder, kuvvetli de değil. kolaylıkla topu kaybetme potansiyeline sahip ve fiziki olarak gözle görülür bir kuvvet gerilemesi var. forvet koşularına imkan tanıyacak boşa hareketlenmeleri yapmıyor, havadan etkinliği oldukça kısıtlı, hatta yok. sırtı dönük oyunu zaten hiç yok, olduğu gibi kaleye dönmeye çalışır. bilek becerisi, en son ne zaman gördüm ben hatırlamıyorum. ara ara bir isabetli orta gelir ancak santrfor alınan oyuncu orta yapmak için alınmıyor takdir edersiniz ki. ince iş, net bir servis, net bir adam eksiltme, dar alanda top kontrolü ve çabuk oyun, 1 yıldan fazla süredir emenike'den görülmeyen şeyler bunlar.

bunların hepsi gerektiği yerde skor yapsaydı bir yere kadar tolere edilirdi. he ben yine mırıldardım ama ben hep zırlarım zaten, ne zaman memnun olmuşum ki :). o da yok. kritik yerlerde ''maç alacak'' gol fırsatlarını cömertçe harcamak bir kenara, denge sarsan forma olayı hala akıllardan silinmiş değil. fenerbahçe ezelden beri rakibine hükmedip maç kazanmaya çalışan, oyunu rakip yarı alanda oynamayı seven bir takım. öyle de olması gerekiyor zaten. bu bilek becerisi ve futbol temel bilgisi kısıtlı olan, en büyük ve en önemli niteliği (bana göre tek niteliği) hız olan bir oyuncu için zaten zor bir ortam. bunu daha alınmadığında ifade etmeye çalışırken bir karşı argüman vardı.

''deplasmanlarda çok ekmeğini yeriz, yoksa atağa kalkamayız''

hayırdır fenerbahçe ne zamandan beri deplasmanlarda kendi yarı alanında bekleyip kontra atak futbolu oynamaya gayret ediyor? rakibin daha fazla risk alır yeri gelir, eyvallah, biraz daha boş alan yakalanır ama öyle tek kişinin basıp gideceği ve gol atacağı kadar basitleşmedi bu oyun. kaldı ki hızlı hücumlar hızlı düşünen futbolcularla oynanır, sadece hızlı hareket edenlerle değil. bu da bir not olsun. herhangi bir anadolu deplasmanında tek bir oyuncunun performansı ile deplasmanlarda şaha kalkacağını hedefleyen adam dar görüşlüdür bence. kaldı ki fenerbahçe'nin hedeflemesi gereken şey de o değil, her deplasmanda rakibe ''futbol oynayarak'' hakimiyet kurmaktır.



''oynamazsa oyuncu küser''

küssün abi, hesabına her ay parası düzenli biçimde yatarken küsmüyor ama? futbol sert bir dünya, bazen fazla sert bir dünya. duygusallık kaldırmayacak kadar sert. oynamayı hak etmesi gerektiğini öğretmezsen, yani topun ağzında olduğunu hissettirmezsen o oyuncu arzulanan performans artışını gerçekleştirmek için kendini tetiklemez, tetikleyici unsur yok zira. böyle zorlaya zorlaya hem emenike'nin zaten düzen için eksik olan performansı daha da eksildi, hem nahoş olaylar yaşandı, hem de oyuncunun milli takımına da alınmaması sebebiyle piyasada gözden düşmesini görmek söz konusu. keşke küsseymiş be, şu anki durumundan o bile hoşnut değildir. ''oyuncumuzu kasıtlı yıpratıyorlar'' gibi safsatalara karnım tok, 410 dakikada bir gol atan (yani 4.5 maçta bir) oyuncu da izin verin eleştirilsin biraz, el bebek gül bebek değil nihayetinde, profesyonel bir çalışan.

ben emenike'yi çok eleştirdim yeri geldiğinde, beğenmediğimi de aşağı yukarı 3 yıldır falan söylüyorum. ha bi' ara 3 temmuz duygusallığı ve fiziksel kalitesine inançtan ötürü 2011 sonlarında ''dünyanın en iyi forvetlerinden biri olacak'' gibi talihsiz bir beyanım oldu, ancak psikolojik bir tahlil ve genel bir düşünce sonrası aslında ne kadar saçma olduğunu farkettim. emenike sorunsalı küçük bir sorundu. zamanında müdahale ile giderilebilecek, hatta daha iyiye taşınabilecek bir sorun. bunu kendine büyüte büyüte, bu belirtmiş olduğum sıkıntılarla yaşaya yaşaya, ''yok ben iyiyim'' diye diye fenerbahçe bu noktaya geldi.

ama bu tablonun ana sorumlusu emmanuel emenike değil. ana sıkıntı forse etmek. zorlamak. belki de şampiyonluğa mal olacak. doğru düzene oturamaması, puan olarak son 5 haftaya önde girebilecekken ve büyük maçların tamamına yakınını kazanmışken hala geride olması da buna bağlanır belki. peki geçen yıl nasıl o kadar skor yaptı? bazı tesadüfler ve sürprizler beklemediğin zamanda tatlıdır.

ps : umarım emmanuel emenike (takım için) doğru olan düzen içerisinde beklemediğim bir verim verir, hem rakamlarda hem de rakamlara yansımayan kısımda. son 5 haftada birden tüm sezon istatistiğini inkar edecek şekilde bir oyun oynar, tabelada adını sıkça okuruz. sezon sonu da lig şampiyonluğu kupası ile görürüz. ben de bu yazıya bakıp bakıp ''belki de zıt enerji yaratarak ben sebep olmuşumdur'' der kahkaha atarım. da o iş zor be aaabi.






vrijdag 1 mei 2015

scouting ve ezbere konuşmak.



yazıya başlamadan bir şey söyleyeyim. bu yazı scouting hususunda yanlış anlaşılmaları giderecek ve kısmen de ''argosuz atar'' içerecek bir yazıdır. bu ülkede gündelik hayatta sıkça rastlanan konular ve olaylardaki gibi bu scouting işi de çok basit sanılan, değeri pek sık göz ardı edilen bir iş. yapanlar da genelde geri plana atılır zaten. sorun değil, içeride hakları verildiği müddetçe. o oluyor mu, eh :)

hak vermekten bahsediyorduk. scoutların çoğu takımın temel teknik heyetinin dışında görülürler. hatta websitelerde bile isimleri duyurulmaz. kimileri ise arkadaşları yahut onlardan görece daha az yükü olan bir işi yapanların adının sürekli zikredilmesine rağmen kendi ismini sadece kulübün muhasebesi, akredite kartları ve maaş bordrolarında görürler. bu kadar az bilinen kişilerin görevlerinin de noksan bilinmesi normal aslında. genel algı ''cebinde defter kalem saha saha gezip genç arayan oyuncu arayan adamlar scouttur'' şeklinde. normal olmayan ise bu az bilinen göreve dair çok bilmişlik taslanması. 

''genç oyunculara sabır gösterilmediği ve oynatılmadığı yerde scout ihtiyacı yok''

çok rastladım bu cümleye. yalanın tüylü kuyruklusu. scout olmayı, ya da daha basit bir dille ''gözlemci'' olmayı sadece genç oyuncu bulup ''hocam bu eleman iyi bunu alalım'' demek zanneden varsa bunu aynen gidip bir scouta söylesin, sonra karşısındaki scoutun atacağı kahkahaları izlesin. scout yeri gelir 38'ine merdiven dayayan adamları da izleyip raporlar. scoutun dikkat etmesi gereken çok şey var. öyle sanıldığı gibi sadece çizgilerin içinde 30 dakika görüp ''la bu eleman olur be'' demekle olmuyor. bakarsın, 90 dakika hoşuna gider, sonra bir daha bakarsın, yine 90 dakika hoşuna gider, bir daha bakarsın, yine beğenirsen minimum 10 maçlık seceresini tutarsın. oyuncuyu zihnine kazırsın.

sonra raporlarsın. kulüp seni ya da başkasını canlı izlemeye yollarsa da gider saha içindeki tavırlarını ve saha içi yerleşimlerini de, x çarpı x ekranından göremediklerini de görürsün. oyuncu artık hakkında yazılı sınava girsen 100 üzerinden 80 alacağın kıvama gelir. bazen benim gibi manyak olursun ve maçtan 1 saat önce maçın oynanacağı yere gidip ısınma hareketlerini de izlersin. laubali mi ısınır, ciddi mi ısınır, takım arkadaşlarına etkisi nedir. bazı oyuncular vardır, ısınma hareketleri, 5'e 2 top kapma ve akabinde son vuruş şeklinde geçen ve sonunda iki sprint atılan o süreç esnasında takım arkadaşlarını sürekli aktif halde tutar. o adam liderdir, gittiği yerde sorumluluktan kaçınmaz. ihtiyacın varsa da gider belli farklı faktörleri irdeler ona göre alırsın. benim için bunun somut örneği dnipro oyuncusu yevhen konoplyanka'dır örnek olarak vermem gerekirse. ya da sergio ramos. canlı izleyebildiğim için kendimi şanslı hissettiğim oyuncular. çalışmadan gitmiştim, bazen tesadüfen sahaya önceden gelirsin ve sıkılmamak için sahaya bakarsın detaylıca.

o iş burada bitmiyor dayı. işin en zoru geliyor, raporlamaya. bu iş rutin bir şirket elemanının yaptığından farksızdır. olabildiğince veri toplar, konu ve durum değerlendirmesini yapar, raporunu ve analizini çıkarır, üstündeki sorumlu kişiye iletir. bu raporu opel'in önemli elemanlarından biri olarak hazırlamıyorsun tabii ki, içinde de ford'un yeni pazarlama stratejisi ve senin opel olarak buna vereceğin cevap önerileri yazmıyor. bu futbolcu raporu a'dan z'ye her şeyi içerir. teknik adam buna baktığında oyuncuyu detaylı incelemeden ne olduğunu bilmeli ve sadece 1 kez izledikten sonra bile ''gelsin be'' ya da ''uzak dursun'' diyebilmeli. iş sadece bununla da bitmiyor. 

örneklerle yürüyelim. sen türksün, türk bir futbol takımı için çalışıyorsun. kadronda atıyorum 20 tane türk, 3 tane de uruguaylı var. hepsi sıcakkanlı, hepsi agresif, hepsi kaybetmeyi sevmeyen yapıya sahip ve hepsinin kültürel nitelikleri aynı. şimdi teknik adam olarak burada iki türlü tercihin var. ya kadrona soğukkanlılık, akıl, metanet, yani farklı bir kültür katmak istersin. ya da aynı kültürden bir oyuncu daha isteyip biraz daha pekiştirirsin. bu talebe cevap verir senin gözlemcin, kafasına göre seksen tane oyuncu izlemez. genç ve potansiyelli bir 8 numarasını satmış, dümdüz 4-3-3 oynayan bir takıma gidip 10 numara önermez. planlanmış bir sistem değişikliği yoksa önerirse işinde eksiktir zaten. kültüre bakarsın, bu bir. kültürün önemi sadece bununla da sınırlı değil. kalkıp israilli nir biton'u kolay kolay türkiye'ye getiremezsin. hadi oyuncuyu ikna ettin, kulübü ile de anlaştın, geçmişte israil ordusunu ve insanını filistinlilerin yaşadığı zulme karşı savunan bir adam sana bela yaşatmaz mı? canını sıkmaz mı? türkiye'de yakaladığı arıyı (arı burada haber oluyor) sıkıp içindeki son nektarin hücresini çıkaracak kadar habere aç olan basın bunu hiç kurcalamayacak mı? işte sen scout olarak bunu bileceksin ki önüne geçesin, sorumlu tutulmayasın. bakarsın aldırdığın oyuncu okuma yazma bilmeyen bir oyuncu çıkar, anlaşma sonrası ortaya çıkar, takımının iq seviyesinin otomatikman ışık hızıyla düştüğüne tanık olursun falan filan.

yine bir başka bir örnek. takımın 4-3-3 oynuyor. orta sahanda bir tane top kesen, kademe sezgisi yüksek, lider çaplı bir ön libero var. dümdüz ama, topla münasebeti pek sevimli değil. önüne sürekli top taşıyan, gol noktalarına giden ama sakin olmayan, atlet ve ileri geri çalışan birini koydun. pasör niteliği de pek yüksek değil hani. geriye bir eksik nokta kalıyor. teknik adamın ve oynamak istediğin oyuna göre buraya transfer yapacaksın. mesela benim futbol aklım bana burada pas trafiğini yöneten, yine ileri geri çalışabilen ama topa hakimken daha sakin olan birini işaret ediyor. ülkemizdeki en somut örnekler meireles, emre, selçuk inan falan. işte sen burada gidip emre yerine bir 10 numarayı ya da atıyorum nigel de jong'u önerirsen yanlış iş yaparsın. maharet burada gizlidir aslında, takımın ihtiyacına göre hareket etmek ve takımı yurdum insanından, bazen kendi hocandan bile daha iyi tanıyabilmek.

bir oyuncu vardır mesela. fiziksel sertliği ve çabukluğu yüksek olmayan bir ligde fark yaratır, çok beğenirsin. dersin ki, lan bunu alalım. sonra bir gelir senin ligine, ilk idmanda ayağı 2 yerden kırılır, ya da ne bileyim, arka adalesi tam diz kirişi ile birleşme noktasından atar, yırtılır, kopar, bir şey olur. kısmen kaderdir. kısmen de elde olan bir şeydir. işte o elde olan bir şeyin tahlilini yapma görevi scoutta başlar. liglere o kadar hakim olmak gerek ki orada yarattığı farkı bulunduğun yer ve ligde yapıp yapamayacağını idrak etmek gerek. takım düzenine hakim olmak gerek. oyuncu bulunduğu takımda 4-2-3-1 düzeninde oynar, üçlü hattın tam ortasında olur, yani 10 numara vasıflarını taşır. o üçlü hattın üzerinde bulunan en az bir adam orta saha nitelikli olur ve hedefindeki oyuncunun yükünü hafifletir. ama senin oynadığın 4-2-3-1 düzeninde kanatlarda öyle bir adamın yoktur, ya da vardır ama kullanmıyorsundur. bu şu anlama gelir. o hedefindeki oyuncuyu ya istediğin kıvama getirebileceksin, ya da almayacaksın. kıvamdan kasıt belli. saha içi yerleşiminde biraz geriye atmak, top alımında, seken toplarda yahut 3.bölgede karşılamada farklı vasıflarla donatacaksın, farklı şeyler isteyeceksin. yoksa sonu bu oluyor.



oyuncunun ailevi yapısına bakarsın. yoksul mu büyümüş, zengin bir aileden mi çıkma, atıyorum sonradan görme mi yoksa mütevazı mı. oyuncunun dışarda atacağı her adım dahi kulübü bağlar, vurdumduymazlığa gerek yok. bunları bilmek gerek. altyapında 17 tane ''dar gelirli'' futbolcun varsa ve yanlarına bir tane zengin çocuğu koyarsan, bu oyuncu da arkadaş haddi bilmeyip artist artist dolanırsa o takımda sorun yaşanır. yanındaki arkadaşın (bu çok normal bir durumdur) dişinden tırnağından kenara koyar biriktirir ve kendisine iphone 5s alır, sen ise iphone 7 ile gelir yanına da bir tane ''beats by dre'' çeker ''knkaaaa bak bunu aldım beyendin mi'' (beğendim sözcüğünü beyendim şeklinde yazanlar var, emin olun) dersin. amacın da nispet yapmak olur. böyle oyuncuyu istermisin istemezmisin hoca olarak? kulüp binanda böyle birini istermisin? bende bunun bir cevabı var, sizde de vardır elbet. neyse bu altyapı meselelerine girer, ama üst yapıda da yaşanır. sınıf farkı. bazen hasetle karşılanır, bazen fesatla, bazen ise aşırı kibire karşı konulan öfke ile. tüm bunları ve bir dünya faktörü göz önünde bulundurmalısın yoksa işlerin yalan olur.

bazen oyuncuların özel durumları vardır, ailevi durumları, gelmeme sebepleri, ya da ailede hastalığı vardır milli takımını ya da kulübünü seçmez gider ona zaten gerekli bakım ve yardımı yapan ülkede veya takımda kalır. böyle durumları raporlarken fark edersin, ona göre tavır alırsın. gerekirse yazdığın o 30 sayfalık kapsamlı raporunu da ''gelme ihtimali yok'' diye çöpe atarsın, ya da ''ileride lazım olur'' der gerekli bilgilendirmeyi yapıp arşive kaldırırsın.

100 oyuncu takip ediyorum dersin, başkası çıkar işin erbabı olan ve ''lan ben bu kadarını sol el serçe parmağımın tırnağında taşıyorum'' der. günde şu kadar maç izliyorum dersin, ben de sana ''kaçını tamamen konsantrasyonunu vererek, toplu kafayla ve tam odakla izliyorsun'' derim. günde bir insanın ARKA ARKAYA 4 maç izleyip aynı konsantrasyonu korumasına ihtimal vermiyorum, u20 dünya kupası türkiye'deyken ben iki maçı arka arkaya zor bitirmiştim mesela. ki gözümün önünde oynanmıştı maçlar, arada ekran da yok, sesler de kulaklarına direkt yansıyor. oyuncuyu ekrandan 5 kez izler babası kadar tanıyormuşsun gibi yaparsın, oyuncu ile birebir dahi görüşmezsin ya da görüşülmesi gerektiğini söylemezsin. bakarsın menajerinin yürüttüğü görüşme tamamlanınca ve sözleşme imzalama arefesi gelince oyuncu 4 şişe rakıyı devirip öyle gelir başkanla konuşmaya, sana ne değil mi? :) sonra başkan gelir, hocayı bulur, ağız dolusu laf eder ''bana bunu mu aldıracaktın'' diye. o iş öyle değil işte, illa ki ucu sana değer.

işin en önemli tarafı ise tüm bu saydığım noktaların her türlü oyuncu için geçerli olması. ha aldığın adam 14 yaşında, ha 34 yaşında, ne fark eder? kulüp ve takım politikasına göre değişir. 32 yaşında olan oyuncunun 30 maçlık raporunu çıkaran adamlar bilirim, ve bunlar tamamen işe yarayan, deliksiz, hata marjı çok düşük olan raporlar. bunu bir teknik adama çıkartsan takımı ne zaman yönetecek, çalıştıracak? analiste çıkartsan rakibi ne zaman izleyecek? menajere çıkartsan bu kadar detaylı olacağından eminmisin? ben eminim ama o kalitede olmayacağından eminim. bazı menajerler gider 1 maç izler, yarısında da telefonu ile oynar, onun işi sonra başlar çünkü. oyuncuyu bulur bağlar, sonra seni ikna eder, senin politikana uyar mı, takımına uyar mı, o umurunda değil. o parasına bakar :) menajer fiyat tahlili için ve bağlantı için elbette önemlidir, ancak bir oyuncunun takımına uyumu ve gerek futbolunda gerek ise dışındaki hayatında ne yaptığı için YAŞI NE OLURSA OLSUN bir scout raporuna mutlak suretle ihtiyacın var. yoksa eline haritayı alırsın, bağdat nerede diye bakarsın, kendini yeni delhi'de bulursun. olur ya, işi bilmeyen insanlarla yola çıkmak, ya da kafaya göre adam almak falan.

sözün özü, scout oyuncuyu izler, daha çok izler, daha çok izler, çok araştırır, daha çok araştırır, tanır, fiyat tahlili yapar, detaylı raporunu sunar. şu bandın dışına çıkarsa almayın der. teknik adam da izler fikrini belirtir, olur verirse fiyat bandına ve rapora belki o da müdahil olur, sonra iş yönetime kalır. ihtiyaç dahilinde olmadan 20 milyon euro bonservis bedeli ödenen bir oyuncuda, veya sözleşme bitimine 1 yıl kala 12 milyon euro ödenen bir oyuncu için kimin suçlanacağı o raporlarda ve konuşulanlarda gizlidir, keza sözleşmesi elinde olan ama dünya kadar imza parası verilen bir oyuncu için. bunlar sadece örnekler. bazen scout vardır, emekçi websitelerden rapor çeken ve bunları word dosyasına koyup satan simsarlardan parayla rapor alır. ya da birinden bir rapor çarpar kendininmiş gibi gösterir. biraz burun sokmak yeterli bunları koklamaya. istanbul kabadayısı olmuş biri ''alem çakal olmuş'' çekerdi.

her kulübün, her departmanın yahut her organizasyonun bir raporlama adabı vardır. bu meslek sırrına dahil olur kimi zaman, paylaşamazsın. oyuncu isimleri meslek sırrıdır, paylaşamazsın. departman içindesindir, bir oyuncuyu dost sohbetinde anlatırsın, sonra adam onu gider rakibine anlatır, fiyat 1 milyon euro yükselir. BEĞENDİN Mİ YAPTIĞINI AABEY.

ben kimim peki de bunları anlatıyorum. hiiç, sadece bu işe biraz merakı olan ve ülkede 1-2 departmana fikir-bilgi-düşünce olarak yardımcı olmaya çalışmış bir üniversite öğrencisiyim, o kadar. bir zamanlar futbol da oynadım. biraz da fazla kafa yordum. idealimdi scout olmak, uzun zaman çok istediğim bir şeydi. ''peki şimdi hala hayatındaki birinci amaç mı'' diye sorsanız ''hayır'' derim, gerisini de düşünürüm. her neyse.

ha bir de o bahsettiğim basit, ''genç oyuncu aldıran adam'' algısına uyuz olan biriyim. evet scout bazen genç oyuncu önerir, ama bazen de iş yapar. gider başka şeyler yapar, daha amaca doğru yapar ve bu 31 yaşındaki biri de olur. vizontele'de altan erkekli'nin cem yılmaz'a atarlanırken söylediği ''evet bazen istihkak alınır, ama bazen de iş yapar'' repliği geldi aklıma bunu söylerken. neyse, dilim döndükçe anlatmaya çalıştım bir şeyler. faktörler bahsettiğimden de çok, detaylar, hesaplanması gereken şeyler, dikkat edilecek şeyler, not tutma adabı, bunlar scouttan scouta değişir. scout verim arttırır, sihir yapmaz. selametle.

oğuzhan